Duyurular
Tek veya Belirleyici Delilin Sanık Tarafından Soru Sormasına Sorgulanmasına İmkan Verilmemiş Olmasının Adil Yargılanma Hakkının İhlali Olacağının, Tek veya Belirleyici Delilin Sanık Tarafından Soru Sormasına Sorgulanmasına İmkan Verilmemiş Olmasının Adil Yargılanma Hakkının İhlali Olacağının
28.05.2022

Tek veya Belirleyici Delilin Sanık Tarafından Soru Sormasına Sorgulanmasına İmkan Verilmemiş Olmasının Adil Yargılanma Hakkının İhlali Olacağının

TÜRKİYE CUMHURİYETİ

ANAYASA MAHKEMESİ

 

 

İKİNCİ BÖLÜM

 

KARAR

 

ATİLA OĞUZ BOYALI BAŞVURUSU

(Başvuru Numarası: 2013/99)

 

Karar Tarihi: 20/3/2014

 

İKİNCİ BÖLÜM

 

KARAR

 

 

 

Başkan

:

Alparslan ALTAN

Üyeler

:

Engin YILDIRIM

 

 

Celal Mümtaz AKINCI

 

 

Muammer TOPAL

 

 

M. Emin KUZ

Raportör

:

Serhat ALTINKÖK

Başvurucu

:

Atila Oğuz BOYALI

 

I. BAŞVURUNUN KONUSU

1. Başvurucu, dava dosyası kapsamında verilen birleştirme kararı sonrasında tanıkların dinlenmediğini ve yargılamasının makul olmayan bir sürede sonuçlandığını ileri sürerek Anayasa’nın 36. maddesinin ihlal edildiğini iddia etmiştir.

II. BAŞVURU SÜRECİ

2. Başvuru, 4/1/2013 tarihinde Anayasa Mahkemesine doğrudan yapılmıştır. Dilekçe ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinde Komisyona sunulmasına engel bir eksikliğin bulunmadığı tespit edilmiştir.

3. İkinci Bölüm İkinci Komisyonunca, 28/3/2013 tarihinde başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına, dosyanın Bölüme gönderilmesine karar verilmiştir.

4. Bölüm, 20/5/2013 tarihinde yapılan toplantıda kabul edilebilirlik ve esas hakkındaki incelemenin birlikte yapılmasına karar vermiştir.

5. Başvuru konusu olay ve olgular 21/6/2013 tarihinde Adalet Bakanlığına bildirilmiştir. Adalet Bakanlığı, görüşünü 18/7/2013 tarihinde Anayasa Mahkemesine sunmuştur.

6. Adalet Bakanlığı tarafından Anayasa Mahkemesine sunulan görüş başvurucuya 22/7/2013 tarihinde bildirilmiştir. Başvurucu, Adalet Bakanlığının görüşüne karşı beyanlarını 7/8/2013 tarihinde Anayasa Mahkemesine sunmuştur.

III. OLAY VE OLGULAR

A. Olaylar

7. Başvuru formu ve ekleri ile Adalet Bakanlığının görüşünde ifade edildiği şekliyle olaylar özetle şöyledir:

8. Başvurucunun, 1998-1999 yıllarında Emekli Sandığı Genel Müdürlüğüne bağlı sosyal güvencesi olan bazı kişiler adına sağlık karnelerini kullanarak, hak sahiplerinin bilgisi dışında sahte reçeteler düzenlediği ve izinli olduğu dönemde resmi reçete tanzim ettiği gerekçesiyle 15/8/2000 tarihinde Emekli Sandığı müfettişi tarafından ön inceleme raporu düzenlenmiştir. Emekli Sandığı müfettişi tarafından hazırlanan 15/8/2000 tarihli ön inceleme raporu üzerine görevlendirilen Sağlık Bakanlığı Müfettişince başvurucunun iddia edilen eylemleri gerçekleştirdiği yönünde bulgu olmadığı yönünde rapor hazırlanmıştır. Ayaş Kaymakamlığınca, 5/10/2000 tarihinde, başvurucu hakkında Sağlık Bakanlığı Müfettişinin raporu doğrultusunda soruşturma izni verilmemesine karar verilmiştir.

9. Ayaş Kaymakamlığının soruşturma izni verilmemesine ilişkin kararı, itiraz üzerine Ankara Bölge İdare Mahkemesinin 30/10/2000 tarihli kararı ile kaldırılmış ve dosya Cumhuriyet Başsavcılığına gönderilmiştir.

10. Başvurucu hakkında, Ankara 4. Ağır Ceza Mahkemesinde 2001/83 Esas sayılı dosya ile dava açılmıştır.

11. Başvurucu hakkındaki dava, “Emekli Sandığına bağlı olarak sağlık yardımından yararlanan hak sahiplerinin bilgileri dışında sağlık karnelerini kullanarak ilaç için reçete düzenleyerek bedellerini Emekli Sandığına ödettirme” iddiasıyla başvurucunun eşinin yargılandığı Ankara 2. Ağır Ceza Mahkemesindeki E.2001/53 sayılı dosya ile birleştirilmiştir.

12. Birleştirme kararı öncesinde, başvurucunun suçlanmasına esas olan tanık ifadeleri tutanağa bağlanmış, ancak başvurucuya tanıklara soru sorma ve savunma yapma hakkı tanınmamıştır.

13. Ankara 2. Ağır Ceza Mahkemesi 1/2/2002 tarih ve E.2001/53, K.2002/20 sayılı kararıyla başvurucunun 1/3/1926 tarih ve 765 sayılı Mülga Türk Ceza Kanunu’nun 240. maddesi gereğince görevi kötüye kullanmak suçundan hapis cezası ile cezalandırılmasına ve cezanın ertelenmesine karar vermiştir.

14. Başvurucu hakkında verilen hüküm, temyiz incelemesi aşamasında Yargıtay 6. Ceza Dairesinin 8/12/2005 tarih ve E.2003/12837, K.2005/11624 sayılı kararı ile bozulmuştur. Bozma kararında başvurucu üzerine atılı suçun vasfı “belgede sahtecilik ve dolandırıcılık” olarak değiştirilmiştir.

15. Ankara 2. Ağır Ceza Mahkemesi, 28/9/2006 tarih ve E.2006/95, K.2006/354 sayılı kararı ile Yargıtay 6. Ceza Dairesinin bozma kararına uyarak başvurucu hakkında “kamu kurumunu dolandırmak” ve “memurun sahteciliği” suçundan hüküm tesis etmiştir. Ankara 2. Ağır Ceza Mahkemesinin 28/9/2006 tarihli kararına göre başvurucunun 2 yıl 14 ay 10 gün hapis ve 38,00 TL adli para cezası ile cezalandırılmasına ve 647 sayılı Kanun’un 6. maddesine göre cezanın ertelenmesine yer olmadığına karar verilmiştir.

16. Ankara 2. Ağır Ceza Mahkemesinin verdiği karar başvurucu tarafından temyiz edilmiş ve Yargıtay 11. Ceza Dairesinin 15/10/2012 tarih ve E.2009/3626, K.2012/17298 sayılı ilamı ile onanmıştır.

17. Onama kararı başvurucu tarafından UYAP üzerinden 6/12/2012 tarihinde öğrenilmiş, 4/1/2013 tarihinde bireysel başvuruda bulunulmuştur.

B. İlgili Hukuk

18. 1/3/1926 tarih ve 765 sayılı Mülga Türk Ceza Kanunu’nun 504. maddesi şöyledir:

Yukarıdaki maddede belirtilen dolandırıcılık suçu;

7. Kamu kurum ve kuruluşlarının veya kamu yararına çalışan hayır kurumlarının zararına olarak,

İşlenirse, faile iki yıldan beş yıla kadar ağır hapis ve sağladığı haksız menfaatin iki misli kadar ağır para cezası verilir.

Suçun işlenmesinde yukarıda yazılı hallerden iki veya daha fazlası birleşirse hapis cezasının asgari haddi üç yıl ağır hapistir.

19. 765 sayılı Mülga Kanun’un 339. maddesinin birinci fıkrası şöyledir:

Bir memur memuriyetini icrada tamamen veya kısmen sahte bir varaka tanzim eder veya hakiki bir varakayı tağyir ve tahrif eyler ve bundan dolayı umumi ve hususi bir mazarrat tevellüt edebilirse üç seneden on seneye kadar ağır hapis cezasına mahküm olur. Eğer işbu varaka sahteliği ispat edilmedikçe muteber olan evrak kabilinden ise ağır hapis cezası beş seneden on iki seneye kadar verilir.”

20. 765 sayılı Mülga Kanun’un 240. maddesi şöyledir:

Kanunda yazılı hallerden başka her ne suretle olursa olsun vazifesini suiistimal eden memur derecesine göre üç aydan üç seneye kadar hapis olunur. Cezayı tahfif edecek sebeplerin vücudu halinde bir aydan az olmamak üzere hapis ve otuz liradan yüz liraya kadar ağır cezayı nakdi ile cezalandırılır ve her halde müebbeden veya muvakkaten memuriyetten mahrum edilir.”

IV. İNCELEME VE GEREKÇE

21. Mahkemenin 20/3/2014 tarihinde yapmış olduğu toplantıda, başvurucunun 4/1/2013 tarih ve 2013/99 numaralı bireysel başvurusu incelenip gereği düşünüldü:

A. Başvurucunun İddiaları

22. Başvurucu, hakkında devam eden ceza davasında verilen birleştirme kararı sonrasında tanıklara soru sorma ve savunma yapma hakkının engellendiğini, tanık ifadeleri dikkate alınmaksızın hakkında hüküm tesis edildiğini, usul ve teamüllere aykırı delil toplanmak suretiyle mahkûm edildiğini ve makul sürede yargılanmadığını ileri sürerek Anayasa’nın 36. maddesinin ihlal edildiğini iddia etmiştir.

B. Değerlendirme

1. Kabul Edilebilirlik Yönünden

a. Başvurunun Süresinde Yapılıp Yapılmadığı

23. Adalet Bakanlığı görüşünde, 30/3/2011 tarih ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un geçici l. maddesinin (8) numaralı fıkrasında yer alan “Mahkeme, 23/9/2012 tarihinden sonra kesinleşen nihai işlem ve kararlar aleyhine yapılacak bireysel başvurulan inceler.” şeklindeki düzenleme karşısında, Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin başlangıcının 23/9/2012 tarihi olduğunu, ancak bu tarihten sonra kesinleşen nihai işlem ve kararların bireysel başvurunun konusu olabileceğini, Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin geri yürür biçimde uygulanmamasının hukuk güvenliği ilkesinin bir gereği olduğunu, başvurucu hakkındaki kararın 15/10/2012 tarihinde Yargıtayca onandığını, başvurucunun bu karardan 6/12/2012 tarihinde haberdar olduğunu ve 4/1/2013 tarihinde Anayasa Mahkemesine başvurduğunu, söz konusu başvurunun zaman bakımından yetki de dâhil olmak üzere kabul edilebilirlik incelemesinde bu hususların Anayasa Mahkemesince dikkate alınması gerektiğini belirtmiştir.

24. Başvurucu, başvurunun süresinde yapıldığını beyan ederek Adalet Bakanlığının görüşüne katılmamıştır.

25. 30/3/2011 tarih ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un, “Bireysel başvuru hakkı” kenar başlıklı 45. maddesinin (2) numaralı fıkrası şöyledir:

İhlale neden olduğu ileri sürülen işlem, eylem ya da ihmal için kanunda öngörülmüş idari ve yargısal başvuru yollarının tamamının bireysel başvuru yapılmadan önce tüketilmiş olması gerekir”

26. 6216 sayılı Kanun’un 47. maddesinin (5) numaralı fıkraları şöyledir:

Bireysel başvurunun, başvuru yollarının tüketildiği tarihten; başvuru yolu öngörülmemişse ihlalin öğrenildiği tarihten itibaren otuz gün içinde yapılması gerekir. …”

27. Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü’nün 64. maddesinin (1) numaralı fıkrası şöyledir:

Bireysel başvurunun, başvuru yollarının tüketildiği ve buna ilişkin kararın kesinleştiği tarihten, başvuru yolu öngörülmemişse ihlalin öğrenildiği tarihten itibaren otuz gün içinde yapılması gerekir.”

28. Bireysel başvurunun kabul edilebilirlik koşullarından olan başvuru süresine riayet edilmesi şartı, bireysel başvuru incelemesinin her aşamasında resen nazara alınması gereken bir başvuru koşuludur.

29. Yukarıda belirtilen hükümler uyarınca bireysel başvurunun, başvuru yollarının tüketildiği ve buna ilişkin kararın kesinleştiği, başvuru yolu öngörülmemişse ihlalin öğrenildiği tarihten itibaren otuz gün içinde yapılması gerekmektedir. Bu yönüyle başvuru yollarının tüketilmesi ve başvuru süresine ilişkin koşullar arasında yakın bir bağlantı bulunmaktadır. Ancak belirtilen hükümlerde yer verilen olağan başvuru yolları ibaresinin, başvurucunun şikâyetleri açısından makul bir başarı şansı sunabilecek ve bir çözüm sağlayabilecek nitelikte, kullanılabilir ve etkili başvuru yolları olarak anlaşılması gerekir. Olağan başvuru yollarının tamamının tüketilmesi ibaresinin katı bir şekilde yorumlanması, bir takım başvurular açısından bireysel başvurunun amacıyla bağdaşmayan neticelere yol açabilecektir. Bu nedenle, olayın özel şartları içinde etkisiz ve yetersiz olan bir kanun yolunun tüketilmesi şartı aranmaksızın, her bir başvuru yolunun somut başvurular açısından etkili olup olmadığının münferiden denetlenmesi gerekmektedir (B. No: 2013/1582, 7/11/2013, § 20).

30. Bireysel başvurunun, başvuru yolu öngörülmüş olması halinde bu yolun tüketildiği ve buna ilişkin kararın kesinleştiği tarihten itibaren otuz gün içinde yapılması gerektiği belirtilmekle beraber, başvuru süresinin başlangıç tarihinin belirlenmesi hususunda başvurucunun nihai karardan yeterince bilgi sahibi olması aranacaktır. Bu noktada, nihai kararın tebliğinin öngörüldüğü hallerde tebliğ tarihinin, tebliğ şartı öngörülmeyen hallerde ise başvurucunun kararın içeriğini kesin olarak öğrenebildiği tarihin esas alınması gerekir. Başvuruda bulunmak için hükmün kesinleşmesi şartı, başvuru yollarının tüketilmesi anlamında değerlendirilmelidir (B. No: 2013/1936, 18/9/2013, § 24).

31. 5271 sayılı Kanun’un 35. maddesinin (1) numaralı fıkrasında, ilgili tarafın yüzüne karşı verilen kararın kendisine açıklanacağı ve isterse kararın bir örneğinin de verileceği hükme bağlamıştır. Bu düzenlemeye göre, ceza yargılaması neticesinde mahkemelerce verilen mahkûmiyet kararları ilgilisine tebliğ edilmemektedir. Hukuk muhakemesi açısından ise 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 90 ila 94. maddelerinde sürelerle ilgili düzenleme yapılmış ve sürelerin taraflara tebliğ tarihinden veya kanunda öngörülen hallerde tefhim tarihinden itibaren işlemeye başlayacağı hükme bağlanmıştır.

32. Dolayısıyla, tebliğ edilmeyen ceza kararları açısından Anayasa Mahkemesine başvuru süresinin başlangıcının, başvurucunun ceza kararını öğrenme tarihi olarak kabul edilmesi gerekir.

33. Somut olayda başvurucu, Yargıtay 11. Ceza Dairesinin 15/10/2012 tarih ve E.2009/3626, K.2012/17298 sayılı kararını, 6/12/2012 tarihinde UYAP sistemi üzerinden öğrendiğini beyan etmiş ve öğrenme tarihinden itibaren 30 günlük yasal süresi içerisinde Anayasa Mahkemesine başvurmuştur.

b. Hak Arama Hürriyetinin İhlali İddiası

34. Başvurucu, hakkında devam eden ceza davasında verilen birleştirme kararı sonrasında tanıklara soru sorma ve savunma yapma hakkının engellendiğini, tanık ifadeleri dikkate alınmaksızın hakkında hüküm tesis edildiğini, usul ve teamüllere aykırı delil toplanmak suretiyle mahkûm edildiğini iddia etmiştir.

35. Adalet Bakanlığı görüşünde, derece mahkemeleri tarafından yapılan maddi ve hukuki hataların, ancak Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) ve Anayasa tarafından güvence altına alınmış hak ve özgürlüklerin ihlali söz konusu olduğu ölçüde bireysel başvuruya konu edilebileceğini, Anayasa Mahkemesinin bireysel başvuru yoluyla derece mahkeme kararlarını gözden geçiren dördüncü derece bir yargı organına dönüştürülemeyeceğini, AİHS’in 6. maddesi ve Anayasa’nın 36. maddesi her ne kadar adil yargılanma hakkını teminat altına almakta ise de delillerin kabul edilebilirliği veya değerlendirilmesi gibi konuların öncelikle derece mahkemelerini ilgilendirdiğini, delillerin kabul edilmesi ve yorumlanmasına ilişkin takdir yetkisinin derece mahkemelerine ait olduğunu, derece mahkemelerince olgular veya hukukun değerlendirilmesinde yapılan yanlışlıkların Anayasa ve AİHS tarafından güvence altına alınan haklar ve özgürlükler ihlal edilmediği sürece bireysel başvuruya konu edilemeyeceğini belirtmiştir.

36. Adalet Bakanlığı, dosya münderecatına göre ilk derece mahkemesinin birleştirme kararından sonra yapılan ilk duruşmada yokluğunda yapılan işlemlerin ve dinlenen tanık beyanlarının başvurucunun yüzüne karşı okunduğunu, okunan tanık beyanlarına karşı başvurucu ve vekilinin herhangi bir diyeceğinin olmadığının duruşma esnasında ifade edildiğini, hatta bir kısım tanıkların dinlenmesinden vazgeçilmesi ve önceki ifadeleriyle yetinilmesinin başvurucu tarafından istendiğini, birleştirme kararından sonra da bir kısım tanıkların başvurucunun da katıldığı duruşmada dinlendiğini, derece mahkemesinin karar verirken sanıkların ifadelerine, bilirkişi raporlarına, birleştirme kararından önce ve sonra dinlenen tanık ifadelerine dayandığını belirtmiştir.

37. Başvurucu, Adalet Bakanlığının görüşüne karşı; ceza yargılamasında sanığın ispat yükünün bulunmadığını, Bakanlığın görüşünde yer verilen “tanık dinletme ve soru sorma talebinde bulunmamıştır”, “tanık beyanlarına karşı bir diyeceğinin olmadığını beyan etmiştir”, “tanıkların tekrar dinlenmesi kararından vazgeçilmesi ve eski ifadelerinin okunmasıyla yetinilmesi” şeklindeki değerlendirmelerin bireysel başvuruya konu ceza yargılaması açısından geçerli kabul edilemeyeceğini, başvuru dilekçesinde tanıklara ilişkin dile getirdiği beyanlarının Bakanlık görüşünde yanılgı yaratacak şekilde aktarıldığını, ceza yargılamasında delil serbestîsi ilkesi geçerli olduğundan delillerin incelenmesinin herhangi bir süreye bağlı olmaksızın karar kesinleşinceye kadar talep edilebileceğini, bozma kararı sonrasında bazı tanıkların yeniden dinlenmesi talebinin karşılanmadığını belirtmiştir.

38. Başvurucu ayrıca, Emekli Sandığı müfettişince tanıkları korumak ve yönlendirmek suretiyle ifade alındığı, verilen ifadelerin tamamının yeminsiz ve baskı altında alındığı, müfettiş raporu ve tanık beyanlarında reçeteleri kendisinin imzaladığına dair bir beyan ve bulgu bulunmadığı, şüphenin sanık lehine yorumlanması ilkesinin ihlal edildiği yönündeki iddialarına Bakanlık görüşünde açıklık getirilmediğini ifade etmiştir.

39. Anayasa’nın 36. maddesinin birinci fıkrasında herkesin meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahip olduğu belirtilmiştir. Anayasa’da adil yargılanma hakkının kapsamı düzenlenmediğinden bu hakkın kapsam ve içeriğinin, Sözleşme’nin “Adil yargılanma hakkı” kenar başlıklı 6. maddesi çerçevesinde belirlenmesi gerekir (B. No: 2012/1049, 26/3/2013, § 22).

40. Başvurucu, yargılandığı dosyada verilen birleştirme kararı sonrasında tanıkların dinlenmediğinden şikâyet etmiştir. Başvurucunun aleyhine olan tanıkları sorguya çekmek veya çektirmek, lehine olan tanıkların da aleyhine olan tanıklarla aynı koşullar altında davet edilmelerinin ve dinlenmelerinin sağlanmasını isteme hakkı AİHS’in 6. maddesinin (3) numaralı fıkrasının (d) bendi kapsamında düzenlenmiştir. Bu nedenle başvurucunun tanıkların dinlenmediği yönündeki iddiasının Anayasa’nın 36. ve AİHS’in 6. maddesinin (3) numaralı fıkrasının (d) bendi kapsamında değerlendirilmesi gerekir.

41. AİHS’nin “Adil yargılanma hakkı” başlıklı 6. maddesinin (1) numaralı fıkrası ve (3) numaralı fıkrasının (d) bendi şöyledir:

1. Herkes davasının, … cezai alanda kendisine yöneltilen suçlamaların esası konusunda karar verecek olan, yasayla kurulmuş, bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından, adil ve kamuya açık olarak, … görülmesini isteme hakkına sahiptir.

3. Bir suç ile itham edilen herkes aşağıdaki asgari haklara sahiptir:

d) İddia tanıklarını sorguya çekmek veya çektirmek, savunma tanıklarının da iddia tanıklarıyla aynı koşullar altında davet edilmelerinin ve dinlenmelerinin sağlanmasını istemek;

42. Adil yargılanma hakkı bireylere dava sonucunda verilen kararın değil, yargılama sürecinin ve usulünün adil olup olmadığını denetletme imkânı verir. Bu nedenle, bireysel başvuruda adil yargılanmaya ilişkin şikâyetlerin incelenebilmesi için başvurucunun yargılama sürecinde haklarına saygı gösterilmediği, bu çerçevede yargılama sürecinde karşı tarafın sunduğu deliller ve görüşlerden bilgi sahibi olamadığı veya bunlara etkili bir şekilde itiraz etme fırsatı bulamadığı, kendi delillerini ve iddialarını sunamadığı ya da uyuşmazlığın çözüme kavuşturulmasıyla ilgili iddialarının derece mahkemesi tarafından dinlenmediği veya kararın gerekçesiz olduğu gibi, mahkeme kararının oluşumuna sebep olan unsurlardan değerlendirmeye alınmamış eksiklik, ihmal ya da açık keyfiliğe ilişkin bir bilgi ya da belge sunmuş olması gerekir (B. No: 2013/2767, 2/10/2013, § 22).

43. Yapılan yargılama sırasında tanık dinletme hakkı da dâhil olmak üzere delillerin ibrazı ve değerlendirilmesi adil yargılanma hakkının unsurlarından biri olarak kabul edilen silahların eşitliği ilkesi kapsamında kabul edilmektedir (B. No: 2012/13, 2/7/2013, § 38). Silahların eşitliği ilkesi davanın taraflarının usuli haklar bakımından aynı koşullara tabi tutulması ve taraflardan birinin diğerine göre daha zayıf bir duruma düşürülmeksizin iddia ve savunmalarını makul bir şekilde mahkeme önünde dile getirme fırsatına sahip olması anlamına gelir (B. No: 2013/1134, 16/5/2013, § 32). Anayasa Mahkemesi de Anayasa’nın 36. maddesi uyarınca inceleme yaptığı bir çok kararında, ilgili hükmü Sözleşme’nin 6. maddesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) içtihadı ışığında yorumlamak suretiyle, gerek Sözleşme’nin lafzi içeriğinde yer alan gerek AİHM içtihadıyla adil yargılanma hakkının kapsamına dâhil edilen silahların eşitliği ilkesine Anayasa’nın 36. maddesi kapsamında yer vermektedir (B. No: 2012/13, 2/7/2013, § 38).

44. Yargılama makamları yargılamanın taraflarınca ileri sürülen iddiaları ve gösterdikleri delilleri gereği gibi incelemek zorundadır. Bununla birlikte, belirli bir davaya ilişkin olarak delilleri değerlendirme ve gösterilmek istenen delilin davayla ilgili olup olmadığına karar verme yetkisi esasen derece mahkemelerine aittir. Mevcut yargılamada geçerli olan delil sunma ve inceleme yöntemlerinin adil yargılanma hakkına uygun olup olmadığını denetlemek Anayasa Mahkemesinin görevi kapsamında olmayıp, Mahkemenin görevi başvuru konusu yargılamanın bütünlüğü içinde adil olup olmadığının değerlendirilmesidir. Genel anlamda hakkaniyete uygun bir yargılamanın yürütülebilmesi için silahların eşitliği ve çelişmeli yargılama ilkeleri ışığında, taraflara iddialarını sunmak hususunda uygun olanakların sağlanması şarttır. Taraflara tanık delili de dâhil olmak üzere delillerini sunma ve inceletme noktasında da uygun imkânların tanınması gerekir. Bu anlamda, delillere ilişkin dengesizlik veya hakkaniyetsizlik iddialarının da yargılamanın bütünü ışığında değerlendirilmesi gerekir (B. No: 2013/1213, 4/12/2013, § 27).

45. Tanık, yargılamaya konu olay ile ilgili karar vermeye yetkili mahkemenin kullandığı müşahhas ispat vasıtalardandır. Tanık beyanı ise taraflardan olmayan ancak olayın tanığı olmuş bir kişinin söz konusu olay hakkında edindiği bilgileri sübut konusunda karar verecek olan mahkeme ya da bu mahkeme yerine duruşma yaparak tanık dinlemeye yetkili kılınmış bir mahkeme veya hâkim huzurunda tanıklık ederken yaptığı sözlü açıklamalardır.

46. AİHS’in 6. maddesinin (3) numaralı fıkrasının (d) bendinde ilk olarak, sanığın iddia tanıklarını sorguya çekme veya çektirme hakkı güvence altına alınmıştır. Kovuşturma sırasında bütün kanıtların tartışılabilmesi için, kural olarak, bu kanıtların aleni bir duruşmada ve sanığın huzurunda ortaya konulmaları gerekir. Bu kural istinasız olmamakla birlikte, eğer bir mahkûmiyet sadece veya belirleyici ölçüde, sanığın soruşturma veya yargılama aşamasında sorgulama veya sorgulatma imkânı bulamadığı bir kimse tarafından verilen ifadelere dayandırılmış ise, sanığın hakları Sözleşme’nin 6. maddesindeki güvencelerle bağdaşmayacak ölçüde kısıtlanmış olur. Olayın tek tanığı varsa ve sadece bu tanığın ifadesine dayanılarak hüküm kurulacak ise, bu tanık duruşmada dinlenmeli ve sanık tarafından sorgulanmalıdır. Bu tanığın, sanığın sorgulamadığı bir dönemde alınan önceki ifadesine dayanılarak mahkûmiyet kararı verilemez.

47. AİHS’in 6. maddesinin (3) numaralı fıkrasının (d) bendinde ikinci olarak sanığın, savunma tanıklarının da iddia tanıklarıyla “aynı koşullar altında” davet edilmelerinin ve dinlenmelerinin sağlanmasını isteme hakkı güvence altına alınmıştır. Sanığa tanınan bu güvence, silahların eşitliği ilkesinin bir gereğidir. Tanıkların dinlenmek üzere çağırılmasının uygun olup olmadığının değerlendirmesi, kural olarak, derece mahkemelerinin takdir yetkisi dâhilindedir. AİHS’in 6. maddesinin (3) numaralı fıkrasının (d) bendi, sanığın lehine olan bütün tanıkların çağrılmasını ve dinlenmesini gerektirmez. Bu düzenlemenin esas amacı, sanığın “aynı koşullar altında” ve “silahların eşitliği ilkesi”ne uygun olarak tanık dinletme talebinde bulunabilmesinin sağlanmasıdır. Dolayısıyla, bir sanığın bazı tanıkları dinletemediğinden şikâyet etmesi yeterli olmayıp, ayrıca bu tanıkların dinlenmesinin hangi nedenlerle önemli olduğunu ve gerçeğin ortaya çıkması için neden gerekli olduğunu açıklamak suretiyle tanık dinletme talebini desteklemesi gerekmektedir.

48. AİHM, yukarıda bahsi geçen ilkelere ek olarak, AİHS’in 6. maddesinin (1) numaralı fıkrası ve aynı maddenin (3) numaralı fıkrasının (d) bendinin sanığa, aleyhte ifade veren tanığın beyanlarına veya tanık ifadesinin alındığı sırada ya da yargılamanın daha sonraki bir aşamasında itiraz imkânı tanınması gerektiğini kabul etmektedir (Bkz: Van Mechelen ve Diğerleri/Hollanda, B. No: 21363/93, 21364/93, 21427/93 ve 22056/93, 23/4/1997, § 51 ve Lüdi/İsviçre, B. No: 12433/86, 15/6/1992, § 49).

49. Somut olayda başvurucu hakkındaki dava, başvurucunun eşinin yargılandığı Ankara 2. Ağır Ceza Mahkemesindeki E.2001/53 sayılı dava ile birleştirilmiştir. Birleştirme sonrasında yapılan 8/5/2001 tarihli ikinci celsede, başvurucunun yokluğunda yapılan muameleler ve tanık beyanları Mahkeme huzurunda ve başvurucu mevcutken okunmuştur. Başvurucunun yokluğunda yapılan muameleler ve tanık beyanlarının okunmasının ardından başvurucudan herhangi bir diyeceğinin olup olmadığı sorulmuş ve başvurucu tarafından “Beyanlarının bir kısmı doğrudur. Zira hasta olduğu söylenen şahıslar muayene oldukları yerlerden getirdikleri reçetelerini getiriyordu, bir kısmının muayene etmeden önceki reçetelere göre istedikleri ilaçları resmileştirmek amacıyla, bir kısmında nabız ve tansiyonlarını ölçmekle birlikte beyanlarını alıp reçete haline dönüştürdüm. Esaslı anlamda bir muayene yapmış değilim. İlaçların verilmesi de söz konusu değildir. O husustaki tanık anlatımlarını kabul etmiyorum.” şeklinde beyanda bulunulmuştur. Başvurucu vekili de bu beyanlara katıldığını ifade etmiştir.

50. Tanıklardan bir kısmı başvurucunun da katıldığı 19/6/2001 tarihli üçüncü celsede de dinlenmiş, başvurucuya tanık beyanlarına karşı diyeceği olup olmadığı sorulmuş ve başvurucu tarafından bir diyeceğinin olmadığı cevabı alınmıştır.

51. Ayrıca, Mahkemenin talebi üzerine hazırlanan ve hükme dayanak teşkil eden 8/11/2001 tarihli bilirkişi inceleme raporunun “Mediko Legal Tartışma” başlıklı bölümünde “Dava dosyasının tetkikinden, …, Atilla Oğuz’un Ayaş Sağlık Ocağında görev yaptığı halde, Sincan İlçesindeki eşine ait eczaneye bırakılan sağlık karnelerini alarak, Ayaş Sağlık Ocağında muayene edilmiş gibi poliklinik defterine kaydederek sağlık karnesi sahipleri adına ilaç yazdığı ve bu ilaçların eşine ait eczaneden verildiği anlaşılmaktadır” ve “Sonuç” başlıklı bölümünde “ … 4- … sanıkların eylemlerinin görevlerini kötüye kullanmak, resmi kurumları zarara uğratma olarak değerlendirilmesi gerektiği kanaatinde olduğumuzu, …” şeklinde ifadeler yer almıştır.

52. Başvuru dosyasının incelenmesinden, tanık ifadelerinin Mahkeme huzurunda alındığı, başvurucunun duruşmalarda ve temyiz dilekçelerinde tanıklara soru sorma veya tanık sorgulatma talebinde bulunmadığı görülmektedir. Başvurucu hakkında verilen hüküm, temyiz incelemesi aşamasında Yargıtay 6. Ceza Dairesinin 8/12/2005 tarih ve E.2003/12837, K.2005/11624 sayılı kararı ile bozulmuştur. Başvurucu, bozma kararı üzerine Mahkemece 26/04/2006 tarihinde yapılan duruşmaya katılmamış, bunun üzerine başvurucunun Mahkemeye zorla getirilmesine karar verilmiştir.

53. Başvurucu, bozma üzerine devam olunan yargılamanın 15/6/2006 tarihli ikinci celsesinde “hakkında yapılan yargılama aşamasında R. G’nin kızı Y. G’nin ve B. G’in gelininin eczaneden ilaçları alan kişiler olduğu, bu hususun tanıkların anlatımından çıktığını, bu kişilerin mahkemede dinlenmelerini talep ettiğini, bunun dışında reçete düzenlenen kişilerin genel olarak yaşlı ve hasta kişiler olduğunu, bunların sağlık karnelerinin temin edilip düzenlenen reçetelerin hastalıklarına uyup uymadığının belirlenmesini uyduğu takdirde sahtecilik suçuyla ilgili 347. maddesinin olaya uygun düşüp düşmediği konusunda bilirkişi incelemesi yaptırılmasını” talep ederek soruşturmanın genişletilmesini (tevsi-i tahkikat) istemiştir. Mahkeme, başvurucunun talebini “toplanan delillere, dosya içeriğine ve Yargıtayın bozma ilamındaki açıklamalara göre sanıklar müdafiinin tevsii tahkikat isteminin reddine” oybirliğiyle karar vererek duruşmaya devam etmiştir.

54. Tanıkların dinlenmek üzere çağırılmasının uygun olup olmadığının değerlendirilmesi kural olarak derece mahkemelerinin takdir yetkisi dâhilindedir. Dolayısıyla bir sanığın bazı tanıkları dinletemediğinden şikâyet etmesi yeterli olmayıp, ayrıca bu tanıkların dinlenmesinin niçin önemli olduğunu ve gerçeğin ortaya çıkması için niçin gerekli olduğunu açıklamak suretiyle tanık dinletme talebini desteklemelidir.

55. Derece Mahkemesi, mahkûmiyet kararı verirken başvurucu tarafından tekrar dinlenmesi talep edilmeyen tanıkların beyanlarına ve yukarıda bahsi geçen bilirkişi raporuna dayanmıştır. Ayrıca ne başvurucu ne de avukatı tanık beyanlarının gerçeği yansıtmadığını göstermek için Mahkemeden tanıkların dinlenmesini talep etmemiştir. Söz konusu yargılamada başvurucu hakkında verilen mahkûmiyet kararı, sadece dinlenmeyen bir tanığın beyanlarına dayanılarak da verilmemiştir.

56. Açıklanan nedenlerle, başvurucunun yargılandığı davada verilen birleştirme kararı sonrasında tanık dinletme taleplerinin kabul edilmediği yönündeki iddialarının “açıkça dayanaktan yoksun” olduğuna karar verilmesi gerekir.

c. Yargılamanın Makul Sürede Sonuçlandırılmadığı İddiası Yönünden

57. Açıkça dayanaktan yoksun olmayan ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de görülmeyen başvurunun kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.

2. Esas Yönünden

58. Başvurucu, yargılamasının makul olmayan bir sürede sonuçlandığını iddia etmiştir.

59. Adalet Bakanlığı görüşünde, AİHS’in ilgili ülke tarafından onaylanma tarihinden önce başlayan ve bu tarihten sonra da devam eden bir davanın uzunluğunu incelediği durumda AİHM’in göz önüne aldığı sürenin Sözleşme’nin onay tarihinden sonraki süre olduğunu, bununla beraber AİHM’in onay tarihine kadar geçen süreyi de değerlendirdiğini, Anayasa Mahkemesinin uzun yargılamaya ilişkin başvurularda 23 Eylül 2012 tarihinden sonrasındaki yargılama süresini dikkate alacağı düşünülse de Mahkemenin bu tarihe kadar olan yargılama süresini ve davanın mevcut durumunu da göz önüne alabileceğinin değerlendirildiğini, AİHM’in bir yargılama süresinin makul olup olmadığına her olayın kendine özgü koşullarını ve özellikle davanın karmaşık olup olmadığı, başvurucunun yargılama süresince gösterdiği tavır ve davranışlar, kamu otoritelerinin ve özellikle de yargılama organlarının tutumları, davanın başvurucu açısından taşıdığı önem ve eğer söz konusu yargılama bir ceza yargılaması ise başvurucunun tutuklu olup olmadığı gibi ölçütleri dikkate alarak karar verdiğini, somut başvuruda yargılamanın karar düzeltme talebinin reddedildiği 28 Ocak 2013 tarihine kadar yaklaşık 12 yıl sürdüğünü belirtmiştir.

60. Başvurucu, Adalet Bakanlığının görüşüne karşı herhangi bir beyanda bulunmamıştır.

61. Anayasa’nın 36. maddesindeki adil yargılanma hakkının kapsam ve içeriğinin, Sözleşme’nin 6. maddesi çerçevesinde belirlenmesi gerekir.

62. Somut başvurunun dayanağını oluşturan makul sürede yargılanma hakkı da yukarıda belirtilen ilkeler uyarınca adil yargılanma hakkının kapsamına dâhil olup, ayrıca davaların en az giderle ve mümkün olan süratle sonuçlandırılmasının yargının görevi olduğunu belirten Anayasa’nın 141. maddesinin de, Anayasa’nın bütünselliği ilkesi gereği, makul sürede yargılanma hakkının değerlendirilmesinde göz önünde bulundurulması gerektiği açıktır (B. No: 2012/1198, 7/11/2013, § 39).

63. Makul sürede yargılanma hakkının amacı, tarafların uzun süren yargılama faaliyeti nedeniyle maruz kalacakları maddi ve manevi baskı ile sıkıntılardan korunması ile adaletin gerektiği şekilde temini ve hukuka olan inancın muhafazası olup, hukuki uyuşmazlığın çözümünde gerekli özenin gösterilmesi gereği de yargılama faaliyetinde göz ardı edilemeyeceğinden, yargılama süresinin makul olup olmadığının her bir başvuru açısından münferiden değerlendirilmesi gerekir (B. No:2012/673, 19/12/2013, § 27).

64. Davanın karmaşıklığı, yargılamanın kaç dereceli olduğu, tarafların ve ilgili makamların yargılama sürecindeki tutumu ve başvurucunun davanın hızla sonuçlandırılmasındaki menfaatinin niteliği gibi hususlar, bir davanın süresinin makul olup olmadığının tespitinde göz önünde bulundurulması gereken kriterlerdir (B. No: 2012/13, 2/7/2013, §§ 41-45).

65. Ancak belirtilen kriterlerden hiçbiri makul süre değerlendirmesinde tek başına belirleyici değildir. Yargılama sürecindeki tüm gecikme periyotlarının ayrı ayrı tespiti ile bu kriterlerin toplam etkisi değerlendirilmek suretiyle, hangi unsurun yargılamanın gecikmesi açısından daha etkili olduğu saptanmalıdır (B. No: 2012/13, 2/7/2013, § 46).

66. Anayasa’nın 36. maddesi ile kişilere, medeni hak ve yükümlülükler ile ilgili uyuşmazlıklar yanında, cezai alanda yöneltilen suçlamaların da (suç isnadı) karara bağlanmasını isteme hakkı tanınmıştır. Suç isnadı, bir kişiye suç işlediği iddiasının yetkili makamlar tarafından bildirilmesidir. Kişiye cezai alanda yöneltilen suçlamanın suç isnadı niteliğinde olup olmadığının tespitinde; iddia olunan suçun ulusal hukuktaki tavsifinin, suçun gerçek niteliğinin, suç için öngörülen cezanın niteliği ve ağırlığının incelenmesi gerekir. Ancak isnat olunan suç, ceza kanunlarında nitelendirilmiş ve yargılama aşamasında ceza hukukunun kuralları uygulanmış ise, ayrıca bir uygulanabilirlik incelemesi yapılmaksızın kendiliğinden Anayasa’nın 36. maddesinin birinci fıkrasının kapsamına girer (B. No: 2012/695, 9/1/2014, § 32).

67. Somut olayda başvurucunun, memurun sahteciliği suçundan 5252 sayılı Kanun’un 9. maddesi uyarınca lehine olan 765 sayılı Mülga Kanun’un 339. maddesinin (1) numaralı ve 5252 sayılı Kanun’un 6. maddeleri uyarınca neticeten 2 yıl 14 ay 10 gün hapis ve 38,00 TL adli para cezası ile cezalandırılmasına karar verilmiştir. Bu çerçevede başvurucu hakkındaki suç isnadına dayalı yargılamanın Anayasa’nın 36. maddesinin kapsamına girdiği konusunda kuşku bulunmamaktadır.

68. Yargılama faaliyetinin makul sürede gerçekleşip gerçekleşmediğinin saptanması için, öncelikle uyuşmazlığın türüne göre değişebilen, başlangıç ve bitiş tarihlerinin belirlenmesi gereklidir.

69. Ceza muhakemesinde yargılama süresinin makul olup olmadığı değerlendirilirken sürenin başlangıcı, bir kişiye suç işlediği iddiasının yetkili makamlar tarafından bildirilmesi veya isnattan ilk olarak etkilendiği arama ve gözaltı gibi bir takım tedbirlerin uygulanması anıdır. Ceza yargılamasında sürenin sona erdiği tarih, suç isnadına ilişkin nihai kararın verildiği, yargılaması devam eden davalar yönünden ise Anayasa Mahkemesinin makul süre şikâyetiyle ilgili kararını verdiği tarihtir (B. No: 2012/695, 9/1/2014, § 35).

70. Bununla birlikte, suç isnadının tarihi ile Anayasa Mahkemesinin bireysel başvuruların incelenmesi ile ilgili zaman bakımından yetkisinin başladığı tarih farklı olabilir. İsnat tarihi Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin başladığı 23/9/2012 tarihinden önce olan ancak bu tarihte yargılaması devam eden ya da verilen nihai karar henüz kesinleşmemiş olan ceza davaları ile ilgili olarak, makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiği yönündeki şikayetler bakımından dikkate alınacak süre, 23/9/2012 tarihinden sonra geçen süre değil, suçun isnat edildiği tarihten itibaren geçen süredir. Dolayısıyla, ceza muhakemesinde yargılama süresinin makul olmadığı yönündeki şikayetlerde, 23/9/2012 tarihinde derdest olmak şartıyla, suç isnadının gerçekleştiği tarih ile suç isnadına ilişkin nihai kararın ilgilisi tarafından öğrenildiği tarihe veya devam eden davalarda Anayasa Mahkemesinin başvuruyu karara bağladığı tarihe kadar geçen süre dikkate alınacaktır.

71. Başvuru konusu olayda başvurucu hakkında, sahte reçete düzenlediği ve izinli olduğu dönemde resmi reçete tanzim ettiği gerekçesiyle 15/8/2000 tarihinde Emekli Sandığı müfettişi tarafından ön inceleme raporu düzenlenmiş, Ankara 4. Ağır Ceza Mahkemesinde dava açılmış, söz konusu dava eşinin yargılandığı Ankara 2. Ağır Ceza Mahkemesindeki E.2001/53 sayılı dava ile birleştirilmiştir. Ankara 2. Ağır Ceza Mahkemesince 1/2/2002 tarihinde başvurucunun hapis cezası ile cezalandırılmasına ve cezanın ertelenmesine karar verilmiştir. Ancak karar başvurucu tarafından temyiz edilmiş, temyiz incelemesi neticesinde Yargıtay 6. Ceza Dairesinin 8/12/2005 tarihli kararı ile bozulmuştur.

72. Ankara 2. Ağır Ceza Mahkemesi, 28/9/2006 tarihli kararı ile Yargıtay 6. Ceza Dairesinin bozma kararına uymuş, ancak bu karar da başvurucu tarafından temyiz edilmiştir. Ankara 2. Ağır Ceza Mahkemesinin 28/9/2006 tarihli kararı Yargıtay 11. Ceza Dairesinin 15/10/2012 tarihli kararı ile onanmıştır.

73. Başvurucunun, uzun yargılama şikayetleriyle ilgili dikkate alınması gereken süre, Emekli Sandığı müfettişi tarafından düzenlenen ön inceleme raporunun tarihi olan 15/8/2000 ile hakkındaki isnat nedeniyle verilen cezanın 15/10/2012 tarihinde Yargıtay 11. Ceza Dairesince onanması arasında geçen toplam 12 yıl 2 aydır.

74. Yargılama sürecinin uzamasında yetkili makamlara atfedilecek gecikmeler, yargılamanın süratle sonuçlandırılması hususunda gerekli özenin gösterilmemesinden kaynaklanabileceği gibi, yapısal sorunlar ve organizasyon eksikliğinden de ileri gelebilir. Zira Anayasa’nın 36. maddesi ile Sözleşme’nin 6. maddesi, hukuk sisteminin, mahkemelerin davaları makul bir süre içinde karara bağlama yükümlülüğü de dâhil olmak üzere adil yargılama koşullarını yerine getirebilecek biçimde düzenlenmesi sorumluluğunu yüklemektedir (B. No: 2012/13, 2/7/2013, § 44).

75. Bu kapsamda, yargı sisteminin yapısı, mahkeme kalemindeki rutin görevler sırasındaki aksamalar, hükmün yazılmasındaki, bir dosyanın veya belgenin bir mahkemeden diğerine gönderilmesindeki ve raportör atanmasındaki gecikmeler, yargıç ve personel sayısındaki yetersizlik ve iş yükü ağırlığı nedeniyle yargılamada makul sürenin aşılması durumunda da yetkili makamların sorumluluğu gündeme gelmektedir (B. No: 2013/695, 9/1/2014, § 40).

76. Başvuruya konu yargılama faaliyeti açısından söz konusu olan yaklaşık 12 yıl 2 aylık yargılama süresinin 9 yıl 11 aylık bölümünün kanun yolu incelemesinde geçtiği nazara alındığında, somut başvuru açısından özellikle değerlendirilmesi gereken yapısal sorunlar ve organizasyon eksikliklerinin yol açtığı gecikmeler AİHM tarafından da müteaddit defalar incelemeye tabi tutulmuştur. Bu kapsamda, bir yapısal sorun olması ve yargılama sisteminde çözüm bekleyen uyuşmazlıkların uzun bir müddet zarfında artması ve birikmesi sonucu yargılamalarda makul sürenin aşılması durumunda, Sözleşme’nin 6. maddesinin ihlal edildiği sonucuna varılmaktadır (Bkz: Buchholz/Almanya, B. No: 7759/77, 6/5/1981; Guincho/Portekiz, B. No: 8990/80, 10/7/1984; Unión Alımentarıa Sanders S.A./İspanya, B. No: 11681/85, 7/7/1989; Zimmermann-Steiner/İsviçre, B. No: 8737/79, 13/7/1983). Zira devlet, yargılama sisteminde çözüm bekleyen uyuşmazlıkların artmasına rağmen, yargılama faaliyetinin makul sürede gerçekleştirilebilmesi için gerekli tüm tedbirleri almakla yükümlüdür. Bu yükümlülük, hukuk sisteminin adil yargılama koşullarını yerine getirebilecek biçimde düzenlenmesi sorumluluğunun bir görünümüdür.

77. Başvuru dosyasının incelenmesinde, başvurucunun isnat edilen suçtan haberdar olduğu tarih ile hakkında ilk derece mahkemesince ilk kez hüküm verilmesi arasında yaklaşık 1 yıl 5 ay geçmiştir. Ancak derece mahkemesince verilen karar iki defa temyiz edilmiştir. Derece mahkemesinin kararı ile ilk temyiz incelemesi neticesinde sadece suç vasfının değiştirildiği 8/12/2005 tarihli bozma kararı arasında 3 yıl 11 ay geçmiştir. Onama ile neticelenen ikinci temyiz incelemesi ise yaklaşık 6 yıl 2 ay sürmüştür. Başvurucu hakkında derece mahkemesince verilen cezanın 2 yıl 14 ay 10 gün olduğu mevcut yargılamada, dava dosyasının Yargıtay ve derece mahkemesi arasında gidip gelmesi üzerine geçen sürelerin toplamı ise yaklaşık 10 yıl 10 aydır. Yargı sisteminin yapısından kaynaklanan iş yükü ve organizasyon eksikliğinin somut başvuruya ilişkin yargılama süresinin uzaması üzerinde baskın bir etkiye sahip olduğu anlaşılmaktadır. Ancak Anayasa’nın 36. maddesi ile Sözleşme’nin 6. maddesi gereğince, yargılama sisteminin, mahkemelerin davaları makul bir süre içinde karara bağlama yükümlülüğü de dâhil olmak üzere adil yargılama koşullarını yerine getirebilecek biçimde düzenlenmesi zorunluluğu göz önünde bulundurulduğunda, hukuk sisteminde var olan yapısal ve organizasyona ilişkin eksikliklerin, yargılama faaliyetinin makul sürede gerçekleştirilmemesini izah edemeyeceği açıktır.

78. Başvurucunun tutumunun yargılamanın uzamasına özellikle bir etkisi olduğu tespit edilmemiştir.

79. Yargılama süresinin makul olup olmadığının değerlendirilmesinde göz önünde bulundurulması gereken davadaki sanık sayısı, davanın karmaşıklığı, atılı suçun vasıf ve mahiyeti, söz konusu suç için öngörülen cezanın miktarı gibi unsurların hiçbiri somut davadaki yargılama süresinin makul olarak değerlendirilmesine olanak vermemektedir. İki sanığın yargılandığı ve karmaşık nitelikte olmayan davada bu yargılama süresi makul olarak değerlendirilemez.

80. Açıklanan nedenlerle, Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan “makul sürede yargılanma hakkı”nın ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.

3. 6216 Sayılı Kanunun 50. Maddesi Yönünden

81. 6216 sayılı Kanun’un 50. maddesinin (1) numaralı fıkrasında, esas inceleme sonunda ihlal kararı verilmesi hâlinde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yapılması gerekenlere hükmedileceği belirtilmiş; ancak yerindelik denetimi yapılamayacağı, idari eylem ve işlem niteliğinde karar verilemeyeceği hüküm altına alınmıştır.

82. Başvuruda, Anayasa’nın 36. maddesinin ihlal edildiği sonucuna varılmıştır.

83. Başvurucu, uğradığı zararların tazmin edilmesi talebinde bulunmuştur. Başvurucu, uğradığını iddia ettiği maddi zarar ile ilgili olarak Anayasa Mahkemesine herhangi bir belge sunmamıştır. Anayasa Mahkemesinin maddi tazminata hükmedebilmesi için, başvurucunun uğradığını iddia ettiği maddi zarar ile tazminat talebi arasında illiyet bağı kurulması gerekir. Anayasa Mahkemesine herhangi bir belge sunmayan başvurucunun maddi tazminat talebi reddedilmelidir.

84. Anayasa Mahkemesi başvurucunun sadece ihlal tespitiyle telafi edilemeyecek ölçüde manevi zarar görmüş olduğunu kabul etmektedir. Dolayısıyla, davaya ilişkin olayları dikkate alarak başvurucuya takdiren 11.650,00 TL manevi tazminat ödenmesine karar verilmesi gerekir.

85. Başvurucu tarafından yapılan 198,35 TL harçtan oluşan yargılama giderinin başvurucuya ödenmesine karar verilmesi gerekmektedir.

V. HÜKÜM

Açıklanan gerekçelerle;

A. Başvurunun,

1. Davada verilen birleştirme kararı sonrasında tanık dinletme taleplerinin kabul edilmediği yönündeki iddialar yönünden “açıkça dayanaktan yoksun” olması nedeniyle KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA,

2. Diğer iddialar yönünden KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,

B. Yargılamanın makul süreyi aşması nedeniyle Anayasa’nın 36. maddesinin İHLAL EDİLDİĞİNE,

C. Başvurucuya 11.650,00 TL manevi TAZMİNAT ÖDENMESİNE,

D. Başvurucu tarafından yapılan 198,35 TL harçtan oluşan yargılama giderinin BAŞVURUCUYA ÖDENMESİNE,

E. Ödemelerin, kararın tebliğini takiben başvurucuların Maliye Hazinesine başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına; ödemede gecikme olması halinde, bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihine kadar geçen süre için yasal faiz uygulanmasına,

 20/3/2014 tarihinde OY BİRLİĞİYLE karar verildi.